

Güzel bir soru vardır, sık sık karşımıza çıkar durur. Nitelik mi önemlidir nicelik mi? Ve bu soruya hemen hepimiz nitelik diye cevap veririz. Bazılarımız da Hem nicelik hem de nitelik önemlidir, der ki bende bu görüşe katılanlardanım. Çünkü hangi şeyi anlamak istiyorsak onu hem niceliksel (sayısal) hem de niteliksel (varlık) yanıyla ele almak gerekir.
Suyun kimyasal formülü H2O’dur. 2 Hidrojen 1 Oksijen atomundan oluşan su 0°C ‘de buz, 100°C ‘de gaza dönüşür. Ya da her nesne belli bir nicelikte katı, belli bir nicelikte sıvı ve belli bir nicelikte gazdır. Bunun nedeni nesnelerin içindeki atom sayılarındaki değişimdir. Molekül sayısını değiştirdiğiniz her nesne başka bir şeye dönüşür. Yani sayısal değişimler niteliksel değişimi zorunlu kılar. Dolayısıyla nicelik ve nitelik varlık dediğimiz nesnel gerçeğin bağımlı iki yanıdır. Okuduğunuz, öğrendiğiniz ve tecrübe ettiğiniz her şeyin sizi değiştirmesi gibi.
Konuyu daha da basite indirgersek; nitelik nesnenin algıladığımız, yani varlık olarak farkına vardığımız yanıyken, nicelik o nesnenin miktarı, ölçüsü ve sayısıdır. Örneğin dilimlere bölünse de karpuz yine karpuzdur. Ama yüksek ısıda kaynattığımızda karpuz olmaktan çıkar ve başka bir şeye dönüşür. Yani nicelik değişirken nitelik başka bir şeye dönüşerek varlığını devam ettirir. Yani, nesneyi tanımlayan, başka nesne ve olaylardan ayıran ve çeşitlendiren niteliğidir.
Öyleyse sadece nicel ya da nitel olan hiçbir nesne ya da olay yoktur diyebiliriz. Iki azot bir oksijenin karışımı güldürücü gaz, iki azot beş oksijenin karışım ise kristaldir. Gaz ve kristal olabilmenin tek şartı niceliklerinin nitelikleriyle içinde olduğu dengedir. Bu dengenin bozulması kristali gaza, gazı kristale dönüştürür. İşte bu olanaklılık devimin ve gelişmenin temel yasasıdır. Öyleyse nicelik değiştikçe nitelik başka bir formatta var olmaya devam eder ve tam da burada biz temel olan niteliktir diyebiliriz.
Bu kadar felsefe yeter sanırım. Biraz da toplumun neden vasatı yükseltip nitelikli olanı dışladığına bakalım. Hayatımızın her alanını şöyle bir gözden geçirelim. Siyasette, sanat ve bilimde kimler daha çok itibar görüyor? Yani toplum tarafından en çok kimler fenomenleştiriliyor?
Peki ama neden?
Alman düşünür Schopenhauer, zekâsıyla toplumda popüler olabileceğini düşünen kişiyi hayatın acemisi olarak tanımlar. İnsanların genel olarak kavrayış yeteneği ve zekasıyla kendini gösteren insanları kıskandığını, bu kişilere karşı öfke duyduğunu belirtir. Genellikle bastırılan bu öfkenin gerçek nedenini hiç kimse bilmez. Kişi bilinçaltında zeki olanın kendisindeki yetersizliği gördüğünü ve kendisini küçümsediğini düşünür. Bu düşünce, içselleştirilmiş bir öfke ve nefrete neden olur. Nefret duygusunun etkisindeki insan rahatsız olur ve “mesafe duygusu” nun kucağına düşer.
Schopenhauer’a göre:
“Zekâsını belli eden kişi karşısındakine bir nevi “sen benim ayarımda değilsin” demektedir. Bu durumu fark eden kişi aşağılanma hissine kapılıp, zeki olmadığına kanaat getirip tahammül edemeyeceği bir duyguya kapılır ve öfkelenir. Karşısındaki kişiye kızar yada hakaretle tepki verir. Çünkü insanı hayvanlardan ayıran en büyük özelliği zekâsıdır. Zekâ bilgiyi anlama, öğrenme ve kullanma yeteneğidir. Bu yeteneğini hayatın her alanında kullanan insanın, bir başka yetenek karşısında eksikliğini görmesi kabul edemeyeceği bir durumdur.
Peki kişi bu durumu nasıl bastırır?
Küçümseme, hakaret, aşağılama, kendi düzeyine çekmek için sövme dahi başvuracağı yollardır. Böylece üstün zekayı kendi seviyesine çekerek eşitlenmiş olur. Ya da öyle hissederek rahatlar. Kararsızlık hissinden kurtulur kararlı hale gelir. Çünkü hücrelerinin kararsız kalması, insanı kanser eden yegane şeydir.
Şimdi aklınıza şöyle bir durum gelebilir. Toplumda, statü, ya da maddi zenginlik saygıyla karşılanır. En çok saygıyı da zenginler görmektedir. Evet, toplum zengine ve makam sahiplerine saygı gösterir ama zekayâ asla. O yüzden zeka sahipleri sürekli yok sayılmışlardır. İnsanlar, zeki kişileri bilinçdışı bir kıskançlıkla öteler, sonra bu kişileri karalamak için bahaneler üretirler. Buna karşı refleks gösterip kendini göstermeye çalışan zekâ cezalandırılır ve küçük düşürmek için her zaman fırsat kollanır. O yüzden aptallar bilge kişilerle bir arada olmayı istemez. Ama zeki birisi için bu durumun pek önemi yoktur.
Schopenhauer, zekanın kişiyi yalnızlığa mahkum ettiğini, aptal olmanın çevre edinmek için çok büyük bir avantaj olduğunu söyler. Vücut soğukken ateşe yaklaşmak gibi, üstün olduğunu hissetmek isteyen kişinin de kendisinden daha aşağıda olanlarla birlikte olmayı seçeceğini ifade eder.
Çevresine ihtiyaç duyan düşük zekalı birisi sevecen davranıp, alçakgönüllü olarak etrafına uyum gösterirken nitelikli olan görmezden gelinir ve vasat olan hayatın her alanında hızlı bir şekilde yükseltilir. Bu durumu hayatın her alanında görebilirsiniz.
Zekâ suçludur evet, çünkü sürü farklı olanı sevmez, istemez. Üstelik kendisinin de sürüden birisi olduğunu hissettiren hiç bir yetenek, hissettirdiği kişi ve bu kişilerden mürekkep toplumda karşılık göremez. Ama her mahkemede hakim karardan önce şunu söyler: SUÇLU AYAĞA KALK! Ve suçlular her zaman ayakta kalırlar…
Suçlu olmak ve ayakta kalmak dileğiyle…
*
HÜSEYİN KANZA