

Milyarlarca galaksinin olduğu sınırsız bir evrende bir toz taneciğinin üzerinde var olan minicik canlılarız. İçinde bulunduğumuz bu sonsuz uzay zaman diliminde, sadece bir an yanıp sönen bir yaşam süresince görünür oluyoruz. Bu süreyi bizim gibi var olan diğer canlılarla etkileşim içerisinde bulunarak geçiriyoruz. Ama insan olmanın farkıyla var oluyor ve bu farklılığın getirdiği olanaklarla sorguluyoruz.
Aslında bir “OT” gibi yaşayabiliriz. Sormadan, araştırmadan, öğrenmeden ve farkına varmak için hiçbir çaba göstermeden. Bir elmanın içindeki kurtçuk gibi, beslenir, oksijen solur ve biyolojik süremizi tüketiriz. Işığımızın sönmesine kadar bekler ve başka bir maddeye dönüşürüz. Ya da insan olabilmenin yolculuğuna çıkararak hayatın anlamını arar, hayatın sakladığı trajediyi görür, acıyı keşfeder, yaşar ve içinde tutarak başka bir şeye dönüştürüp daha fazla insan olabiliriz.
İnsan olabilmek deyince aklıma iyilik ve kötülük yapabilme özelliklerimiz geliyor. Sahip olduğumuz iyi ve kötü diye belirlediğimiz birtakım özelliklerimizin fiiliyata dönüşmesi bizim kim olduğumuzu belirliyor. Örneğin içimizde sevgi olduğu kadar nefret de barındırırız. Yıktığımız kadar da inşa ederiz. Kibirli olduğumuz kadar mütevaziliği de sergiler; adaletli olduğumuz kadar adaletsizlik de yaparız.
Adalet demişken, genellikle her şeyin ait olduğu yerde yani doğru yerinde bulunmasıdır diye tarif ederiz. Bunun olmaması durumuna zulüm deriz ki; hak etmeyen şeyin hak etmediği yere getirilmesidir. Bu nedenle insan olabilmenin ve kalabilmenin yegâne koşulu dünyaya vermek, bencilce davranarak kendine saklamayıp, adil olabilmektir.
Milyonlarca canlılık çeşidinden sadece bir tanesi olan insanı diğerlerinden ayıran birçok özelliği bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi neden var olduğunu sorgulaması, anlam araması ve içinde bulunduğu bilinmezlik deryasındaki sorulara cevap üretmeye çalışmasıdır.
Bilim sayesinde cevabını bulduğumuz birçok şey olmasına karşın milyonlarca bilinmeyenle sarıp sarmalanmış bir düzen içerisinde yaşıyoruz. Cevap bulamadığımız binlerce soruya cevap olsun diye kendimizce inançlar geliştiriyor anlam yüklemeleri yapıyoruz. Böylece hayatımızda merhameti ve vicdanı ortaya çıkartıyoruz ki bu diğer canlılarda bulunmayan bir özelliktir. Örneğin, yaralanan bir aslanı ya da ceylanı düşünün. Sürüsü onu hiç düşünmeden kaderine terk eder. Ancak bu insan topluluğu için olası bir durum değildir. Biz binlerce yıldır hemcinslerimize yardım etmiş, ilaç bulmuş, hastaneler inşa ederek merhamet ve vicdanımızı kurumsallaştırmışız.
Bugün içinde bulunduğumuz dünyada, bu özelliklerimizin erozyona uğradığını hem kendi cinsimize hem de diğer canlılarla birlikte yaşadığımız doğaya karşı bu hassasiyetimizi ve özelliğimizi kaybettiğimizi görüyoruz. Savaşlar, kıtlıklar, açlıktan ölenler, orman yangınları, soykırım ve kitlesel ölümler bize gösteriyor ki insan insanın yurdu olmaktan çıkmış, insan insanın kurdu haline gelmiştir.
İnsan içinde hem meleği hem de şeytanı taşıyan bir varlıktır. Hangi yönünü kullanırsa, hangi yönüne hizmet ederse o tarafı kuvvetlenecek, ortaya çıkacaktır. İşte bunun için insanın kendini bilmesi en önemli özelliğidir. Kendini bilen insan sınırlarını bilir ve yaşantısını mütevazi davranışlarla süsleyerek geçer gider. Yıkmaz, yapar, haddini bilir ve hududunu aşmaz.
Öne çıkartacağımız özelliğimiz İYİ tarafımız olurken, içinde bulunduğumuz aleme ve diğer canlılara karşı merhamet/vicdan ile saygı çemberinden çıkmamamız gerekiyor. Bu seçimler bizim nasıl bir canlı olacağımızı da şekillendirecektir. Biliyoruz ki seçimlerimiz yaşantımızı belirleyecek ve biz buna yine KADER diyeceğiz.
İsterim ki yaratıcı bize İYİ KADER yazmış olsun diyor, afetsiz günler diliyorum…
*
Hüseyin KANZA